25 Şubat 2011 Cuma

İLLET OLUNASI ŞEYLER....

Saat 03.00 iklim, rüzgar nefesini öyle üflüyor ki, ardımdaki pencereden görebildiğim badem ağacının aldanmış çiçeklerinin güzelliğini kıskanır bir fesatlıkla onlara yükleniyor.Gece evet karanlık sırtımı yasladığım pencere ardı yamaçta benden yaşça büyük badem ağacı lodosuna poyrazına açık yapayalnız, bu nefretlere direniyor yıllarca.Gövdesi reçine dolu ilgisizlikten olsa gerek .Budanmamaktan bilimsel açıklaması belkide. Onlar gözyaşları belki. Hangimiz yaslanıp bir badem ağacına onu dinlemeye çalıştık ki.. A evet baharın kaynaştırdığı kanımızın zıpladığı hafta sonlarında ki mangal günlerinde belki tanıdık çiçek çiçek güzellikler sunan badem ağacını.Ben affınıza  sığınarak  batınında batısındayım, ve  köye  dem vuran    Anconoz'dan sonra bademliye dönen bir köyün yamacındaki badem ağacının abidesinin gölgesindeyim . Doğduğum , bir ara terk ettiğim ve geri döndüğüm yamaçta olan evimin konumundan dolayı belkide etkileşimlerim hep eğik olması kırmamak adına başkalarını . Değer verilecekse gerekene badem çiçeklerinin çağla tadını öteleyip belki gövdesinden terleyen reçine göz yaşlarındayım.Beni takip eden  blog yazarları; Lütfen kendiniz olun yaşadığınızı klavyelerde yansıtın  olmak istediğiniz değil olduğunuzu yazın.Yemek tarifleri verenler başka sitelerden kopyalama yapmayın, kendiniz mutfağınızda bir şeyler keşfedin ve bunları paylaşın. Şiir yazanlar    CAN YÜCEL' i rahat bırakın, yada diğerlerini, İnancı tam olanlar Lütfen dine ihanet etmeyin,din ki yazılanlarla değil yapılanlarla yücelir,Mevlanayı okuyun ama siz mevlana olun yürek eğer inançsa bunu gerektirir. Çakma    esinlenme birebir kopyalamalar burada karakterleri basitleştiriyor.Ve mümkünse herkes kendine ait olanı yazsın ki bazılarının kafaları karışmasın.

 Badem çiçeklerim bu sahte rüzgarlara direnemiyor.............
levent ÖZCAN

24 Şubat 2011 Perşembe

BANA AİT DEĞİL

Sen bir şiirdin,
Yazılması gereken,
Seni yazdım.
Şiir bitti.
Unutma ben bir şairim.
Daha önce de ne şiirler bitirdim.

(BÖYLE BASİT ŞİİR YAZAMADIM YA  BEN ONA YANIYORUM)

23 Şubat 2011 Çarşamba

ŞİİR..

Elime düştü somutlaşan saatler,
Geride bir duman bir sigara,
kapımı çalmış hasret dolu geceler,
geride bir duman bir sigara.

Yıldız kaymış gökyüzünde,
 geride bir duman bir sigara,
Kalem hasret , kağıt dert ortağı olmuş,
bir şiir yazmış,
geride bir duman bir sigara.

Levent ÖZCAN (30.12.1988)

YÜKSELİŞ

Birazda ara vermeli insan,
Tapınırken kuytuluk limanlarında,
Yürek mabetlerinde inan,
Huzur bulmalı sessizlik an be an,
Yaşamı bizler senaryo yapmışız aslında,
Rolümüz hep baş rol,
Figüranlıkları el ötesi etmişiz,
Heyecanla en güzeliz,en iyiyiz, en  en  enlerin izleriyiz.
Geriye baktığımızda zemine düşen gölgemizde, boğulsun figüranlıklar.
En derin avuçlardan alkış yüceltsin bizleri,
Oysa öylemi ki acaba ne dersiniz?
Yaşam  denilen hayat perdesi bir kere açılır,
Ve bir kere kapanır,
Galası vardır ancak tekrarı varmıdır?
Acaba.....
Acaba ...

19 Şubat 2011 Cumartesi

GEÇMİŞİNİ YAKAN İNSAN (4)

Fıstık yeşili bir halı kaplı odanın,dört duvarından ikisi insan boyunu  aşacak kadar yüksek  ve duvar yerine geçen  camla kaplıydı. Ortada baklava dilimli koyu ahşap görünümlü kahvelik sehpalarının birleştirilerek, bir daire oluşturduğu, üstü daire şeklinde büyük camlı  olan sehpanın üzerine  son sayfasını okuduğu kitabı bıraktı. Jack london'nın '' Martin Edeni''. Bu çok yıpranmış  kitabı öylece bıraktı.Salonla televizyon odası  çift kanatlı kapıyla kapılıydı. Elleriyle tıpkı japonlar'ın yaşadığı evlerde geyşaların saygıyla dizleri üzerine çökerek açtığı kapılar gibi ,  buzlu camlı kanatlı kapıları raylarının üzerinden sağa sola ayırıp gıcırtatarak açtı.Saat karşı duvarda asılmış Atatürk resimleri arasında 14.46 'yı gösteriyordu. Bulunduğu daire güneybatının tam yönü olduğundan güneş hele ki bu saatlerde çok etkiliydi.Bu küçük bölünmüş odanın  açık kapısından güneşin parlaklığına yoğunluğuna eş değer apartmanın ara bahçesinde yıllar önce ekilmiş  gerçekten söğüt ağacının  bir maketi gibi  olmuş zakkum ağacına tünemiş ağustos böceklerinin sesleri kulakları tırmalıyordu.Yazdı, temmuzun son haftasıydı, nem çok acımasızdı.Ne içerse içsin 2-3 dakika sonra vücudun tüm stomalarından doğaya geri veriliyordu neredeyse.Lavaboya yöneldi.Sarı ışık yansıtan,  kendi yüz hatlarını izlediği ,musluğun üzerine eğrelti iliştirilmiş aynaya   baktı. Gözleriyle gözlerini den düşürmüyordu asla sadec göz ucuyla hatlarına bakıyordu. Kendiyle göz gelmeye korkmuyordu, cesareti vardı ama saygısı kendisineydi yıpratıp geçmişini hala yaşadığı heyecanlarını isteklerinin yanlış olduğunu söylemesinden korkuyordu o yansıyan gözlerin.Yüzünü iyice yıkadı saçlarını boğdu suya.Saçlarından sızan suları havluyla tüketirken.Cep telefonu çaldı Jack londonun ,''Martin edeni'ni bıraktığı  odadan.

3 Şubat 2011 Perşembe

GEÇMİŞİNİ YAKAN İNSAN. (3) ( LÜTFEN 1 DEN OKUMAYA BAŞLAYINIZ)

''Orası tavşan adasıdır. Bu adanın ardında da bir ada daha var ona da dış ada deriz.'' İki ada olduğunu belirterek bu adamla sohbet etmek için yeni sorularına zemin hazırlıyordu. Oysa pek sohbeti sevdiği söylenemezdi. Çünkü ne bu cılız nüfusa sahip köyde bulunan akranlarının nede liseye devam etmek için gittiği ilçedeki sınıf arkadaşlarının hep aynı tarz başlangıcı çağlayarak  akan köpük köpük akarsulara benzetir, devam ettikçe konuşmaların  heyecan debisi azalan en son menzilde bir bardağı bile dolduramayacak kadar sığ bir su birikintisine dönüşen sohbetlerinden bıkmıştı. Söz konusu konuların başında futbol, kızlar, yada dün gece seyredilmiş tek kanallı dönemlerin TRT 1' deki  filmlerin sahnelerinin tekrarı ile dolu olurdu sohbetler. Sosyal olmanın kuralının her türlü kitabı okumak, değişik fikirleri ve yaşam tarzları olan insanların konuşmalarını dinlemek  ve aklına yatanları  okuduğu kitaplardan öğrendiği ve kulağıyla duyduğu beyninin özümsemesiyle yüreğine ivme kazandıran düşünlerin iyilerinin doğrultusunda yaşamına yönlendirmek olduğunu  düşünürdü hep. Özellikle kış  akşamları bile köyün kahvehanesine gittiğinde , gerçek anlamda konuştuğu 2 yada 3 kişi bulunurdu. Ağır sigara dumanı altında yan masalarda  bağıra bağıra kağıt oynayan insanların aksine, insan yaşamanın ve özellikle işçilerin,ırgatların,çiftçilerin sarf ettiği emeklerinin karşılığını tam olarak almaları için yapmaları gereken mücadeleleri tartışırlardı. Ancak ne çelişkidir ki bu köyde bu kahvehanede tartıştığı kişilerden,ne çiftçi vardı  nede ırgat, biri kendinden yaşça büyük bir ilkokul öğretmeni , diğeri bir teknede reis yardımcılığı yapan kendisinden yedi yaş büyük bir kişiydi. Genelde hep öğretmen konuşurdu. O dönemin şartlarından dolayı korktuğundan kısık sesle konuşur, serilikle cümleleri geçer, vurgulara önem vermediğinden çok az cümleleri  anlaşılabilirdi. Sol düşünceler ortaya yatırılır , geçmiş tarihteki işçi, köylü kalkışmaları irdelenir konuşmalar biraz daha heyecana kavuşur, umutlu konuşmalar Bolşevik devriminin anlatılmasıyla  taçlandırılırdı.Bazı zamanlar da film,futbol,kadın kritiği yerine kim yeni bir kitap bitirdiyse o kitapta geçen olaylar irdelenirdi. Fikir ileri sürebilmek için İlkokul öğretmenin tavsiye ettiği kitapları alır,yada kendisinin okuması için verdiği kitapların sayfalarını bir çırpıda tüketir. Sabah ezanına doğruda kitabın son sayfasına gelirdi.
Bazı kitaplarda terimler ağır olduğundan anlamaz not alır ertesi akşam öğretmene anlamlarını sorardı. İşte bu ilkokul öğretmeni ona Jack London'un '' Martin Eden'' adlı kitabını mutlaka oku demişti. İlçede öğrenim gördüğü lisede öğlen arası yemek yemiyor aldığı harçlıkları kitap almak için biriktiriyordu. Ne yazık ki biriktirdiklerini de düşürmüştü. Dikkatsizliğine kızarak, bu yüzden   köyden 3 kilometre uzaktaki bu sahile yürüme cezası vermişti kendi kendine. Aynı zamanda balık yakalama  ile de ödüllendirmişti. Verilecek bir cezanın içerisinde ödülünde olmasının yapılan hatanın bir daha tekrarlanmaması için gerekli olduğunu düşürdü hep. Yanında duran adam izlediği ada ve denizden gözlerini alarak ,
'' Yeğenim daha buralardayık, buraları iyice öğreniriz tabii ırgatlıktan fırsat bulusak. Şinci geri dönüm de yarın zabah  çocukları okula yazdırayım.Hadi sana rastgele'' dedi. '' Tamam'' diyerek onayını kafasını sallayarak kuvvetlendirdi. Adam geldiği iki tarlanın sınırından yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Ardından ağır aksak yürüyen bu adama toprak yolun iki tarafı zeytin ağaçlarıyla kaplı köşeye kadar izledi. Bir anda yanında var olan ve ilk defa gördüğü  bu adamın yaşına göre oğlu olacak  yaşta olan  ona, bir '' merhaba'' demesi çok hoşuna gitmişti. Oysa yakın çevresindeki çoğu insanın durup dururken merhaba demesinin altında mutlaka bir çıkarı olurdu. Tekrar kumlara oturdu.Oltalarına baktı.Geçen sürede misinalarda bir hareket yoktu. Tekrar ajandasını aldı ,açtı sayfa arasındaki kalemi alıp  şunları yazdı.
         İki kere iki dört edermiş,
         Sekteye uğradı mı düşünceler beyinde,
         İliştiriyorum zamanımı bembeyaz mısralara,
         Baştan kara hissedişler beni ezecekmiş,
         Matematiğin kimyasını da bozuyorum fiziğini de
         Değer vermek  bir kişiye
         Anladım
         Şuanda
         ''Merhaba'' demekten geçermiş.
         Önce ruh olmalı ,sevecenlik, insancıl olmalı
         Sonra yönelmeli pozitif bilime......
  Kalemi tekrar son sayfanın arasına kıstırıp ajandasını kapattı ki birden irkildi....

Levent ÖZCAN

2 Şubat 2011 Çarşamba

GEÇMİŞİNİ YAKAN İNSAN.(2)

  '' Merhaba'' dedi. Sessizliği bir anda bozan yada içindeki kavgasal sesleri bir anda susturan bu  adama. Yanına gelmesini istemiyordu, iç seslerinin kıyısına kadar sokulmuş  kişinin. '' Merhaba'' diye seslenenin. Kendisinin yönü olan ılıca boğazı,diğer yolda liman burnuna giden kıyı yoluydu. Bu yola devam etmesi için umudu vardı.O yola yönelmesini çok istiyordu. Çocukluk geçmişinin istekleri oysa hiç gerçekleşmemişti. Biliyordu ve hazırlıklıydı bu '' merhaba'' ivmesiyle sessizliğini alt üst eden kişi yanına gelecekti. Ajandayı kapattı hafifçe doğruldu, bu doğrulma hareketinin bu hiç tanımadığı adama bir davet olduğunu düşününce tekrar yere oturmaya yeltendiyse de yapamadı. Şimdi dimdik ayaktaydı ve  zoraki bir tebessüm le buyurun dedi.
-- Kolay gelsin, nasıl balık var mı?
-- Daha yeni oltaları denize salladım bekliyorum.Sizde mi balık yakalamaya geldiniz ? Bu soruyu adamın hiçbir şekilde balık yakalamakla ilgisi olmadığını düşünerek laf olsun diye sormuştu. Zira yanında ne bir çanta ne bir torba nede balık yakalamak için bir misina vardı.
   Kaşları olabildiğince kalın onun aksine yüz çizgileri çok ince, bıyıklarının uzantıları kırçıllaşmaya başlamış gözlerinin rengi güneş ışınlarıyla hafif yeşile çalan,  her an gülmeye hazır  gibi  yada çok gülümsemekten belirginleşmiş yüz hatlarında hafif kalıcı çizgiler oluşmuş bu uzun boylu hafif göbekli adamın hayır cevabını beklemekteydi. Üzerine giydiği kahve rengi ceketinin sanki yıllarca içerisinde yaşamış ve zamanla gövde gelişince de dar gelmeye başlamış bu ceketin, sağ koltuk altının dikiş tutmayan yırtığından astarı görünüyordu. Son kalmış düğmesiyle de önden iliklenmişti. Pantolonu da aynı tonda , bu iri kıyım kalıba ceketin aksine tam oturmuştu.Ayakkabılarının uçları oldukça sivri, uzun zamandan beri boyanmadığından dolayı epey yıpranık görünüyordu 
-- Yok ya yeğenim ben balık yakalamaktan anlamam. Öyle  dolaşayım dedim buraları.
   İlk defa gördüğü bu kişinin zeytin toplamak için yakın illerden mevsimlik işçi olarak gelenlerden biri olabileceğini düşündü. Yaşadığı köye bu aylarda farklı iklimlerden, farklı şiveli farklı çehreli insanlarla dolardı. Hatta köyün var olan dört kahvehanesi de akşamları hınca hınç bu yabancı mevsimlik işçilerin erkekleri tarafından doldurulurdu.Köyde  geniş zeytinliklere sahip varlıklı 4-5 aile, damdan bozma  evlere bu gelen aileleri yerleştirirler. Erkekler uzun sırıklarla ağaçlardan zeytinleri düşürürken, kadınlar, kızlar da yere düşürülen zeytinleri tek tek toplarlardı. Bu zeytin toplama işi ekim aylarında başlar ta ki şubat ayına kadar sürüp giderdi. Zeytin toplama dönemi bitince de gelen aileler tekrar memleketlerine döner köy yine  eski cılız kalabalığına , bir anda da eski sakinliğine kavuşurdu. Hatta bu gelen ailelerin ilkokul ve ortaokula giden çocukları köyün okuluna kaydedilir,bir anda sınıflar dolar hatta sınıflarda öğrenci sayısı 60 çocuğa kadar yükseldiği olurdu. Köy sokakları sabahları ders başlamadan önce ve akşamüstüleri okul çıkışlarında çocuk cıvıltılarıyla dolardı.
-- Hayırdır abi zeytin toplamak için mi geldiniz yoksa ? Sorusunu sorarken bu arada misinaların bağlı olduğu kurumuş tütün gövdelerine bakıyordu.
-- Yok yeğenim.. Kadir beyi tanıyon demi?  Onay işaretini başla alınca ''he biz ailecik onun iskele başındaki arazisine temelli çalışmaya geldik'' dedi. Aklından geçen sene köyden epey arazi , zeytinlik satın alan bir iş adamının olabileceğini geçirdi. Demek  o söylenen, çok zenginmiş diye bahsedilen adamın adı Kadir'miş.
-- Evet duymuştum epey yer almış buralardan.
-- Hah işte ben onun yanına girdim. Göyünüz çok gözelmiş emme. Zeytinliklee vaar, deniz vaa, tütün tarlaları vaa. Siz de tütün egip kırıyonumuz mu? diye , kulağa çok hoş gelen şivesi ve tıpkı yıllardır bir ahbabı ile sohbet ediyormuş gibi samimi  sorusunu bir çırpıda soruverdi.
Görüntüsüyle irice sayılan bu adamın konuşma şekli çok hoşuna gitti.O yalnız kalma isteği bir anda sohbet ortamının yerine geçmesi için  yok oldu.'' Evet yazları tütün kırmak için buraya göçüyoruz'' arkasındaki tarlayı işaret ederek,'' Bu tarlada bizim,  bu yana gelen yolun sağ tarafında ki zeytinliğimize barakamızı kurar, köyden 3 aylığına buraya göçeriz.Dedi.
  Adamın yıllarca çeşitli işlerde çalıştığı yerleşik bir düzeni olmadığını düşünürken adam denizin 300 metre uzağındaki tavşan adasını işaret ederek.'' Vay be ada mı bu karşısı'' diye sordu. Sormasında haklıydı çünkü bu kıyının karşısına denk gelen adanın burnundan güneye
doğru ilerledikçe ada tıpkı bir yay gibi kıvrılıyor ve genişliyordu. Diğer ucunu buradan görmek mümkün olmadığından (Çarıklı burnu, adanın diğer burnunu kapattığından) ana karanın devamı gibi görünüyordu. (devam edecek....)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...